26 Temmuz 2016 Salı

Mollie Makes'in mini kasnakları

Geçen hafta Londra'da yolumu bir kitapçıya düşürüp Mollie Makes aldım. (Şu derginin hala Türkiye'de bulunamıyor olması akıl alır iş değil diye eklemeden de geçmek istemiyorum) 
 Dergiden mini bir kit çıktı. İçinde iki mini kasnak, gri kumaş ve nakış iplikleri var.
 Pazar günü güneşe sırtımı verip oturdum ve mini modellerden birini işledim.
Modeller Sonia Lyne'ye ait. Her ne kadar Sonia'nın elinden çıkan versiyonla benimki arasında uçurumlar olsa da yine de pek beğendim sonucu :):) Acemisiyim bu işlerin neticede :)
 Sırada sağ üstteki tombik versiyon var.

Arada su isteyen kaktüslerime ilave olarak hiç su istemeyen bir kaktüsüm oldu :) Vatana millete hayırlı uğurlu olsun :)

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Londra

Geçen hafta iş için gittiğim Londra'dan döndüm. Çok tuhaf, biliyorum ama insanların methiyeler düzdüğü Londra ile aramda soğuk ve mesafeli bir ilişki var benim. Londra sana neyi çağrıştırıyor diye sorsanız tek kelime ile 'sincap' derim :) Bir de yeşil park ve bahçeler. Şüphesiz ki Londra zengin ve güzel bir şehir ama benim aradığım bir şey var ve o her ne ise Londra'da yok.
Londra'nın sincapları neredeyse evcilleşmiş artık. O kadar tatlı ve sevimliler ki. İnsanın elinden besleniyorlar. Malum konuya gelecek olur da nasıl bu kadar rahatlar diye sorarsak, başta çocuklar olmak üzere kimsenin bu şehirdeki sincapları tekmeleme, üzerine yürüme, dibinde aniden bağırma vb gibi yöntemlerle ürkütmediğini söyleyebiliriz.
 Hapur küpür bir yemeleri var ki, aynısından canı çekiyor insanın :) 
Londra'nın benim için ikinci anlamı ise alabildiğine doğal, bakımlı ama payzajsız, temiz ve huzurlu bahçeleri. Burası St James parkı, son günümde seminer sonrası akşam güneşi de çekilip hava iyice kararıncaya kadar gezindim içlerinde.
Londralıların güneş aşkına ve hasretliğine delil. Ağaçlar arasından güneş giren tek alana yerleşmiş herkes :)
Kuzeyli olmak zor iş.
 Her Higness Queen'in bilimum kuşları :)

 'Akşam yemeğini park kenarındaki restaurantlarda yerim' diye düşünmek hataydı biliyordum :)
İşte Londra'nın en sevdiğim köşelerinden biri. Hyde Park, Lido Cafe.  Bir gün yolunuz Londra'ya düşerse ve daha önce gezmemişseniz Victoria&Albert Museum benim favori müzem. Ayrıca British Museum ve Tower of London da ilk fırsatta görülmesi gereken yerler arasında ama bu yazı bir gezi yazısı olmadığı için bu detaylara hiç girmeyeceğim.  Sadece eklemek istediğim, New Oxford Street 42 numaradaki Savoir Faire'de bir akşam yemeği yiyip, Covent Garden Laduree'de akşam çayınızı içiniz lütfen. Bu ikisi benim hiçbir seferinde şaşmadığım ritüelim.
Bu gezide bana eşlik eden iki kitabım vardı. Biri Ali Nesin'in 'Matematik Köyü'nün Delisi' isimli kitabı

 
Diğeri de Elif Şafak'ın 'Havva'nın üç kızı' kitabı. Üsttekini tavsiye ederim. Alttakini ise tavsiye etmiyorum ama merak eden okusun.
Ve dönüş. Şu Karadeniz kıyısının güzelliğine vuruldum ben yahu. Diğer uçuşlarımda fark etmemişim nedense. Acaba şu iki nehrin arasında kalan şehircik Ağva mı? Bir bilen varsa yazasın lütfennnn.
Ve Osmangazi Köprüsü. Kimisi onu daha inşası bitmeden çok sevdi, milli mesela haline getirdi. Kimisi de daha temelleri atılırken nefret etti. Başka bir şey yazmayacağım bununla ilgili, anladınız siz onu.
Ve inişe saniyeler kala. 'Genelde çok güzel ama bu açıdan feci çirkinsin İstanbul'
İyi haftalar herkese. (Bu arada Londra hakkındaki diğer yazılarıma buradan ve buradan ulaşabilirsiniz.)

18 Temmuz 2016 Pazartesi

Ufacık bir merhaba

Saat, Londra saati ile, 22:06. Türkiye'de saat 00:06. Otel odamda yalnızım. Bilgisayarımın tıktıkları ve arka fondaki müzikten başka ses yok etrafta. Tam şu anda Perry Como 'Catch a falling star' çalıyor. Nasıl bir ülkede yaşıyoruz biz yahu. Cuma akşamından beri yaşadıklarımız kaya oldu göğsümüze oturdu. Şu bir tek gün bile tam bir kaçış oldu benim için. Salı-Çarşamba full toplantılarım var. Bugün tek boş günümdü. Özlediğim yerlerini gezdim Londra'nın, sevdiğim mekanlarına oturdum. Kilometrelerce yürüdüm. Kitabımı okudum, insanları seyrettim. Unutmaya çalıştım olan biteni. Nereye varacak tüm bunlar? Düşünmeye korkuyorum. Vatanları paramparça edilen insanları düşünüyorum; Suriyelileri, Afganistanlıları, Iraklıları. Vatansızlık kadar büyük bir acı olamaz. Vatansızlık yuvasızlık demektir. Hepimizin aklımızı hızla başımıza toplamamız lazım.
Bir önceki yazımda, sevdiğim yerlerden aldığım ufacık hatıralardan bahsetmiştim hani. Londra'nın en sevdiğim yerlerinden biri Covent Garden. Oradaki en sevdiğim yer ise köşedeki Laduree. Bu minik demlik sapı tutucusunu oradan aldım. Sıcak demlik sapı elini yakmasın diye demliğin sapına (yoksa koluna mı demeliyim) takılan kağıttan bir aparatus faydalıkus :) Neyse! Neden bu kadar uzun uzun yazdım bilmiyorum. Bir üstteki fotoda görünüyor zaten.
Ve yazının sonuna gelecek olursak, bu kitabı bu yolculuk için dün aldım. Sanırım bu gece veya en geç yarın gece bitecek. Bu aralar çok düşündüğüm konular üzerine yazılmış bir kitap. Elif Şafak Aşk'ı yazdığında 'O kadar mükemmel bir kitabı o kadar erken yazdığı için kendine biraz yazık etti' demiştim (Nerede kime dedim bilmiyorum ama :)) Demem o ki, Aşk'ın düzeyini arıyorum her kitabında ve bulamıyorum. Konu çok ince/hassas bir konu olunca anlatımda klişeler yavan bırakıyor hikayeyi sanki. Bu tarz yorumlar yazmak istemiyorum. Siz yine de kendiniz okuyup karar verin. Ve yazıyı sonlandırmadan önce, tam şu anda çalan şarkıyı da paylaşmak istiyorum sizinle. İzlediğim kesinlikle en mükemmel filmlerden biri olan Painted Veil'in film müziklerinden biri. O filmi buradaki yazımda anlatmıştım.

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Saklamak lazım bazı şeyleri

Bayılıyorum hatıra niyetine bir kenara koyduğum ufacık şeylerin alakasız bir zamanda karşıma çıkmasına. Aynen bu peçete gibi. Peçete koleksiyonu falan yaptığımdan değil elbette ama zamanın bir anında misafiri olduğum mekanları en iyi onlar hatırlatıyor bana. Mesela bu, 'Bar Tiberio' hatırası. Aylardan en sevdiğim olan Nisan, adalardan Capri. Güneş tepede, rüzgar tenimde, sevgi kalbimde. Ayaklarımda kilometrelerce yürümenin tatlı sızısı, gözlerimde yeşil, canlı, huzur veren bir manzara. Etrafta gezinen güzel, rahat, mutlu insanlar. Bira, kuruyemiş, bir ayağı hafif boşta olduğu için aniden tıkırdayan masa. Her yönden kulağıma çalınan İtalyanca... Daha neler neler... Çok güzel şey yaşamak!

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Biri okumalık, biri izlemelik, biri dinlemelik 3 öneri

Kelebek etkisi denen şey var, değil mi? Hayatta her şey ama her şey birbirine görünmez bir iple bağlı. En ufak bir olay bir diğerinin tetikleyicisi. Geçtiğimiz haziran ayında okuduğum bir kitap, izlediğim bir belgesel ve dinlediğim bir besteciyi sizinle paylaşmak istiyorum. Kitap belgeseli, belgesel de besteciyi keşfetmemi sağladı.

Kitap, Yuval Noah Harari'nin 'Hayvanlardan Tanrılara Sapiens' isimli kitabı. Kendini mağara adamlığından teknoloji adamlığına devşirmiş, bu süreçte kendinden başka her şeyi yok etmiş ve kendi sonuna doğru soluksuz koşan 'insan'ın hikayesi. Hiç sıkmadan, rakamlara boğmadan ama çarpıcı gerçekleri çok güzel vererek bir solukta kendini okutan, yer yer insanın tüylerini diken diken eden bir kitap. 
Kitabın etkisinden henüz çıkamamışken bir de bu belgesel çıktı karşıma. Yann Arthus-Bertrand'ın 'Human' belgeseli. Kitabın anlattığı yok oluşu, günümüz insanının gözleri ve sözleri ile öyle güzel anlatmış ki etkilenmemek elde değil. Belgeselde bir katılımcının söylediği gibi, 'Azınlığın refahı için çoğunluğun nasıl bir sefalet içinde yaşamaya mahkum edildiği'ni iliklerinizde hissediyorsunuz. 2 saati aşkın bir süresi var ama harcadığınız vakte değecek. Muazzam görüntüler var belgeselde.
Ve hiç şüphesiz, belgeseli seyrederken müziklerine vurulacaksınız. Tüm müziklerin bestesi Armand Amar isimli Kudüslü bir besteciye ait. Aman yarabbi! Böyle bir müzik olabilir mi? Belgeseli izleyişimin üzerinden birkaç hafta geçti ama tekrar tekrar açıp dinliyorum.

Burada bitti mi? Bitmedi :) Ben şimdi sıraya yine Yann Arthus-Bertrand tarafından çekilen ve müzikleri yine Armand Amar tarafından yapılan 'Home' belgeselini aldım. En az Human kadar güzel olduğuna kuşku duymuyorum. İzledikten sonra onu da yazarım. Selam ve sevgiler. İyi haftalar.